Budalalığın Keşfi, Hilmi Yavuz’un engin bilgi birikimiyle yaptığı, ufuk açıcı tespitlerden oluşan bir deneme kitabı.
Hilmi Yavuz’un denemelerini
okurken, hem edebî zevk alıyorum hem de bilgi seviyemi geliştiriyorum. Böyle
bir deneyim de insanı, okudukça okumaya teşvik ediyor. Söz gelimi, Budalalığın
Keşfi de bende böyle bir tesir yaptı.
Kitabın ilk yazısı, “Deneme
Üzerine Bir Deneme”. Yavuz, bu yazısında deneme’yi tanımlamanın kolay
olmadığını ifade ettikten sonra, “bazı türler arasında ayırt edici sınırlar
çizmenin mümkün olmadığını” söylüyor.
Aynı yazıda, ‘deneme’ye
“Sabahattin Eyüboğlu’nun deyişiyle”
‘gülen düşünce’ demenin uygun olduğunu belirtiyor. “Deneme gülümsetmeli
okuru” diye ekliyor.
Ona göre “Türkiye’deki
edebiyatçı köşe yazarlarının en değerlisi, Oktay Akbal.”
Denemenin kendisi için ideal
bir form olduğunu, makale ile denemenin üslupta farklılaştığını, parantez
içinde “(makale,öznesizdir)” diyerek ifade ediyor.
Hilmi Yavuz, “Deneme felsefî
düşüncenin önünü açabilir mi?” sorusuna “evet, açabilir.” Cevabını veriyor. Ardından,
büyük anlatıların sonunun geldiğini ve felsefenin artık “parçalı yazı”larla
üretileceğini, denemenin de bunun için “ideal bir örnekçe” olduğunu belirtiyor.
Şahsen benim de çok müzdarip
olduğum bir konuya değiniyor: Zarif nüktenin yerini, kaba mizahın alması. “Gülmek,
düşünmektir elbet; -kuşkusuz, neye gülündüğü de, düşüncenin düzeyi konusunda
şaşmaz bir ölçüttür.” diye ekliyor.[1]
İlerleyen sayfalarda “gülen
düşünce” konusunu ayrı bir başlıkta inceliyor. Burada, “mizahın yada ‘humour’un
‘gülen düşünce’ ile karşılanmasının hiç de yanlış olmadığını düşünüyorum.”
diyor.
Aynı yazıda, medreseli
tavrının “gülme duygusunu sürgüne göndermeye yeltenmesinden” şikayet eder. Ancak,
bir başka Müslüman zihnin buna verdiği yanıtını da ekler: “Ağır ol, molla
desinler!”
Bu yazıyı şu cümleyle
noktalar:
“Öyledir. ‘Mizah’ bir gülme
biçimi değil, gülerek düşünme biçimidir.”[2]
Nükte Züğürdü Olduk,
başlıklı yazısında da yukarıdakine benzer bir konuyu işliyor. Burada güncel
mizah anlayışını ve dergilerini eleştirdikten sonra, hükmünü veriyor:
“Mizah, Osmanlı-Türk
tarihinin hiçbir evresinde böylesi bir müptezelliğe düşmemiştir.”
Günümüzdeki edebiyatçı
yazarların ‘irsal-i mesel’den nasipsiz olduğunu belirtiyor. Eskilerin bu
hususta daha iyi olduklarını düşünüyor ve Süleyman Nazif’le ilgili bir anekdot
paylaşıyor:
Süleyman Nazif, bir gün,
“Eyvah, beni hemen kuduz hastanesine kaldırın” dediğinde, çevresindekiler
telaşa kapılarak, ”Nedir üstat, ne oldu?” sorusuna şu cevabı verdiği söylenir:
“Ne olacak, dilimi ısırdım!”[3]
Acı’sız Arabesk ve Sivil
Toplum isimli deneme, ilgi çekiciydi ve bence, “gülen düşünce”ye
iyi bir örnekti. İçerikte, 1989’da devletin, halkı arabeskten uzaklaştırmak
için bir çare olarak Hakkı Bulut’a Seven Kıskanır isimli bir şarkı
yaptırması, işleniyor. Kültür Bakanlığı’nın desteğiyle, içinde “çile ve
mazoşizm izleri taşımayan bir alternatif arabesk” üretilmeye çalışıyor. İşte
“acı’sız arabesk” bu![4]
İki Arada Bir Derede
isimli denemesinde, “dilde gerçek devrimcilik”, “bir süreklilikten bir
devamlılıktan yana olmaktır.” diyor. Kurumsal ve tepeden inme değişikliklerin
dile zarar verdiğini belirtiyor.
12 Eylül öncesi Türk Dil
Kurumunun dili “buyurgan müdahalelerle” değiştirebileceğini ve 12 Eylül sonrası
aynı kurumun yine “buyurgan müdahalelerle” dildeki değişimleri
durdurabileceğini sanmasını da eleştiriyor. Her iki uygulamanın da “dildeki
yanlış bilinçliliğin, farkına varmadan” önünü açtığını belirtiyor.
1980 sonrası Özal kuşağının
ise kendi deyişiyle bir “ne fark eder?” kuşağı olduğunu yazıyor; onlara “kendi
sözü olmayan bir kuşak!” diyor.
Kimliksizliğin, dilin değişip
sözün birörnekleşmesiyle başladığını, bunun çözümü için liselere Osmanlıca
dersi konulması gerektiğini savunuyor. Dilde süreklilik için “imtidad”
kelimesini kullanıyor. Bu bağ kurulamadığı için de “iki arada bir derede
kaldığımızı” ifade ediyor.[5]
Benim için, bu kitaptaki en
dikkate değer denemelerden biri, Milli Eğitim Sistemimiz Nasıl Çöktü
başlıklı olandır.
Hilmi Yavuz, eğitimde
belirleyici olanın müfredat değil öğretmen olduğunu savunuyor:
“Türkiye milli eğitiminin
asıl meselesi de budur: öğretmen yetiştirme meselesi…”
Ardından, eğitimde “temelkoyucu birim, lisedir” diyor. Fransa’da Ecole Normale Superieur’un lise öğretmeni yetiştirmek amacıyla açıldığını ve bu okuldan mezun olanların, son yüzyılda öne çıkan büyük düşünürler olduğunu yazıyor.[6]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder